New York’a ayak bastığınız anda fark edersiniz; bu şehir nefes alır, yaşar ve sizi içine çeker. Burada zamanın farklı aktığını, insanların sadece yaşamadığını; koşturduğunu, hayal kurduğunu, savaştığını hissedersiniz. Bu şehir bir manzara değil, bir enerji. Ve ben o enerjiyi ilk adımda hissettim. Newyork sözü geçtiğimde aklıma gelen ilk şarkıyı kulaklığımında açıp son ses dinlemeye başladım. O şarkı Jayz’den Empire State of Mind.

Sabahın erken saatlerinde, hâlâ sokak lambalarının titrediği bir vakitte Times Square’e yürüdüm. Etraf neredeyse boştu ama ışıklar hiç sönmemişti. Reklam panoları, ekranlar, renkler… Sanki gökyüzü bile bu şehirde LED ışıklarla süslenmişti. Burada gündüz ve gece kavramı, sadece saatle değil, tempoyla ölçülüyor. Oradan Broadway’in kenarından aşağı süzülerek, Soho’ya doğru yürüdüm. Binaların yangın merdivenleri bile film seti gibi. Aralarda gizli kalmış kitapçılar, galeri vitrinlerinden süzülen sanat ışıkları… Ve sabah kahvemi almak için durağım: La Colombe Coffee Roasters. İçeri girer girmez taze çekilmiş kahveyle vanilya arasında bir koku sarıyor burnunuzu. İçeride bir bilgisayara gömülmüş yazar, karşı köşede sessizce notalarını karalayan bir müzisyen…

Lezzet dediğimizde akla gelen Pommes Frites , Belçika usulü patates kızartmasında uzmanlaşmış bir New York City restoranıdır. Sonraki durak; Baked by Melissa cupcakelerini denemeden sakın Soho’dan ayrılmayın. Kahvemi alıp yürümeye devam ettim ve sonunda vardım: Central Park. Şehrin göbeğinde yemyeşil bir dünya. İçeri girdiğinizde kuş cıvıltıları şehrin kornalarını bastırıyor. Ağaçların arasında hafif bir nem kokusu, çimenlerin üzerine yeni düşmüş sabah çiyi… İçeri girdikçe şehir sesi azalıyor, nefesiniz değişiyor. Bir yanda koşanlar, yoga yapanlar, bir yanda köpek gezdiren New Yorklular…

Parkın içindeki küçük gölette yüzen ördekler bile burada bir sahnenin parçası gibi. Bethesda Terrace’a geldiğinizde durup merdivenlerden aşağı bakın. Müzisyenlerin keman sesi taş duvarlardan yankılanıyor. Bu an, bir film karesi gibi. Ve tam o an, bir sokak sanatçısı arka fonda “New York, New York” mırıldanıyor… Sinatra’nın sesiyle parkta yürümek, kelimenin tam anlamıyla rüya gibi. Öğle saatlerinde rotamı Manhattan’ın kalbinde yer alan Chelsea Market’a çevirdim. Burada dünya mutfağının en güzel örnekleri bir arada. “Los Tacos No.1” tezgâhından aldığım mini taco ve ardından “Seed + Mill”de yediğim tahinli dondurma…

Her lokma, bu şehrin çok kültürlü ruhunu hissettiriyor. Marketin üstünden geçen High Line parkuru ise şehrin ortasında yükselen bir yeşil geçit. Eski bir tren yolunun dönüştürüldüğü bu yürüyüş yolunda ilerlerken New York’un hem geçmişini hem geleceğini aynı anda görüyorsunuz. Akşamüstü Brooklyn’e geçtim. DUMBO bölgesinden Manhattan köprüsünü izlemek, günün en etkileyici anıydı. Arkamda sanat galerileri, önümde ışıklarla süslenmiş bir şehir silüeti… Güneşin batışı gökdelenlerin camlarında yavaşça kayarken, şehrin sesi de bir müzik gibi yumuşuyor. Ve elbette gün batımında bir yürüyüş: Brooklyn Bridge üzerinde. Rüzgârda denizle karışık bir beton kokusu geliyor burnuma. Köprünün tahtalarına bastıkça şehrin kalp atışlarını hissediyorsunuz. Bir yanda Özgürlük Heykeli uzakta selam veriyor, diğer yanda Empire State göğe meydan okuyor. Geceyi Greenwich Village’teki küçük ama efsanevi bir kafede sonlandırdım: Caffe Reggio. Amerika’da espresso makinelerinin ilk kez kullanıldığı yerlerden biri. Loş ışık, duvarlardaki eski tablolar ve dışarıdan gelen caz tınılarıyla adeta zaman duruyor. Burada otururken sadece New York’u değil, kendimi de yeniden dinledim.

New York, sadece bir şehir değil; bir duygu, bir hız, bir düş. Gökdelenlerin arasında yürürken kendinizi küçük hissetmiyorsunuz, tam tersine daha büyük bir şeyin parçası olduğunuzu anlıyorsunuz. Her sokağı, her parkı, her kafesi bir hikâye anlatıyor. Ve bu şehirde yürürken, o hikâyenin kahramanı siz oluyorsunuz.[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]