Bazı yolculuklar vardır, seni sadece yeni bir şehre değil, içindeki yaratıcı yanı keşfetmeye de götürür. Benim için Los Angeles, San Diego ve Coronado Adası arasında geçen bu yolculuk tam anlamıyla öyleydi. Birçok şey gördüm, tattım, hissettim…

Ama en önemlisi, moda koleksiyonumdaki ilhamı yakaladım.

Los Angeles: Renk, Ritim ve Hayal Gücü

Los Angeles’a indiğimde ilk hissettiğim şey, havadaki hafif tuzlu rüzgarla karışan yasemin kokusuydu. Bu şehir sadece güneşiyle değil, dinamizmiyle de büyülüyor. Melrose Avenue boyunca yürürken her duvar başka bir hikâye anlatıyor. Duvar resimleri, butik vitrinleri, vintage
dükkanlar ve modanın hiç uyumadığı o özel enerji…

Yaratıcılığımın kıpırdamaya başladığı yer tam da burasıydı. Kahvaltı için Joan’s on Third’e oturdum. Beyaz mermer masalar, ferah iç mekan, içeride kahve makinelerinin buharına karışan taze kruvasan kokusu…

Bu şehirde insanlar sadece yemek yemiyor, yaşıyor. Yan masamda bir senarist senaryosunu okuyor, karşı köşede bir tasarımcı kumaş örneklerine bakıyordu. İlham her yerdeydi. Öğle saatlerinde rotamı The Butcher, The Baker, The Cappuccino Maker’a çevirdim. West Hollywood’un kalbinde, sanatla dekore edilmiş masaların altında kahve içmek, sanki şehirle samimi bir sohbete başlamak gibiydi.

Menüsündeki lavantalı latte hâlâ damağımda…

Coronado Adası: Kumaş Gibi Esen Rüzgar, Sessiz Bir İlham

San Diego’dan kısa bir yolculukla Coronado Adası’na geçtiğimde, sessizlik başka bir anlam kazandı. Hotel del Coronado’nun kıyısında otururken rüzgarın taşıdığı tuzlu esintiyle birlikte zihnimde bir fikir oluştu: “Ocean Breeze” moda koleksiyonu.

Plajın altın tonları, Viktoryen mimarinin zarif çizgileri, deniz kabuklarının içindeki inci tonları… Koleksiyonumun her detayı burada şekillenmeye başladı. Rüzgâr gibi akan şifon kumaşlar, yumuşak tonda ketenler, güneşin yansısını taşıyan ipek detaylar. Coronado’da yaşadığım her his bir tasarıma dönüştü. Gün batımında Clayton’s Coffee Shop’ta nostaljik bir burger ve milkshake keyfi yaparken, içimdeki ilham dalgası iyice yükseldi. Adanın retro havası, 50’ler ruhu, detaylara gösterilen sevgi — hepsi koleksiyonumun karakterini derinleştirdi.

San Diego: Sessizlik ve Zarafetin Şehri

Gaslamp Quarter’a vardığımda kalabalıklar arasında bile huzur vardı. Kaldırım taşlarının arasına sıkışmış küçük kafeler, tarihi binaların gölgelerinde güneşlenen insanlar…

Bir ara sokakta keşfettiğim Copa Vida, sade ve şık sunumuyla bana minimalizmin ne kadar güçlü bir estetik olduğunu yeniden hatırlattı. Tasarımda bazen boşluk, en fazla anlam taşıyan alandır. Öğleden sonra Balboa Park’a geçtim. Bu park, sanatla doğanın el ele vererek oluşturduğu bir tür meditasyon alanı gibi. Japon Bahçesi’nde oturup suya yansıyan gün ışığını izlerken, koleksiyonumun pastel geçişlerini hayal ettim.

Ve evet, o an gerçekten hissettim: bu şehir, bana sadece ilham vermedi, tasarımı içimde yeniden inşa etti. Akşam yemeği için Little Italy bölgesine geçtim. Bencotto Italian Kitchen’da yediğim ev yapımı trüf makarna, hem damak hem ruh doyurucuydu. Yemekten sonra gelato eşliğinde yürürken, San Diego’nun gece ışıklarında bile sade ve samimi kalabildiğini fark ettim. İşte ilhamı besleyen şey de tam buydu: abartısız zarafet.

Kaliforniya’da geçirdiğim bu günler bana yalnızca şehirleri değil, kendimi de yeniden tanıttı. Los Angeles’ın enerjisi, Coronado’nun şiirselliği, San Diego’nun zarafeti “Ocean Breeze” koleksiyonuma dokundu. Ve şimdi her parça, bir şehri değil, bir hissi anlatıyor: hafifliği, estetiği ve ilhamı.

Bu yolculuk bir moda çizgisiyle başladı, ama sonunda bana hayatı daha farklı görmeyi öğretti.

Belki de bazı seyahatler valize kıyafet değil, ilham sığdırmak içindir.