Venedik’e ayak bastığımda, içimde tuhaf bir dinginlik oldu. Sanki şehrin ritmi, benim kalbimin ritmine karıştı. Burada sokaklar değil, kanallar kıvrılır insanın içine; burada adımlar değil, gondollar sürükler seni zamanın gerisine. Venedik… Adını anınca bile insanın içinde ince bir müzik başlıyor. Belki de yıllardır dinlediğim aşk şarkılarının, izlediğim filmlerin mekanı olduğu içindir. Ama oraya vardığımda anladım ki, bu şehir sadece romantik bir sahne değil; başlı başına bir duygu, bir şiir. Günün ilk ışıklarıyla birlikte Piazza San Marco’ya yürüdüm. Güneşin, San Marco Bazilikası’nın altın mozaiklerinde dans edişini izlemek… İşte bu, insanın sessizce âşık olabileceği anlardan biri. Aynı anda hem zamanın durduğunu, hem de tarihin
içinde akıp gittiğini hissettim. Yanı başımdaki saat kulesi, Torre dell’Orologio, geçmişin dakikalarını fısıldar gibiydi. En sevdiğim İtalyan ayakkabı markası olan Alberto Guardiani mağazasındaki modelleri daha önce hiçbir yerde görmemiştim. Tam alışveriş günüm oldu…

Basilikanın hemen ilerisindeki Dükler Sarayı (Palazzo Ducale), ihtişamıyla göz kamaştırıyor. İncecik sütunlar, danteli andıran taş işçiliği… Bu şehir nasıl bu kadar narin ama aynı anda bu kadar güçlü olabiliyor, hayretle izledim. Sarayın içinden geçip Sighs Köprüsü’ne (Ponte dei Sospiri) ulaştım.

Venedik’in asıl büyüsüne teslim oldum: Gondol yolculuğu.
Suda kayan bir şiir gibi…
Sanki her kürek darbesi bir mısra…
Sessizliği delen tek ses, gondolcunun melodik İtalyancası:
“O sole mio… Sta nfronte a te…”
O an gözlerimi kapattım. Kanallar, yüz yıllık taş duvarların yansımalarıyla ruhumu
sarhoş etti. Daracık su yollarında kıvrılırken, her köşe başı bir aşk hikayesi anlatıyor
gibiydi. Balkonlarında sarmaşıklar arasında mektuplar gizlenmiş evler, kırmızı
perdelerin ardından göz kırpan anılar… Venedik’in her evi, her kanalı bir romandı.
Rialto Köprüsü’nün altından geçerken yukarıya baktım. Aşıkların buluşma noktası
olan bu köprü, bana göre bir şarkının nakaratı gibi: Herkesin geri döndüğü yer.
Köprüde yürürken altımdan geçen gondollara el sallamak bile başka bir keyifti.
Akşamüzeri güneş batarken, şehir altın rengine büründü. Campanile’nin (çan kulesi)
tepesine çıkıp şehre son bir kez yüksekten baktım. Sularla çevrili bu labirent, insana
kaybolma hissi değil, bulunma hissi veriyor. Kendimi uzun zamandır bu kadar “Unutulmaz bir anda” hissetmemiştim.
Bir şehrin şiir olabileceğini, bir gondolun şarkı söyleyebileceğini, ve bir köprünün kalpleri hızlı attırabileceğini Venedik’te öğrendim.
Venedik, sadece en sevdiğim İtalyan şehri değil; kalbimin bir köşesine ismini kazıyan, her hatırladığımda içimi titreten bir aşktı.

Ve biliyorum ki bir gün buraya Kalbimin tek sahibi Eşim olacak o özel kalp ile geleceğim…