İstanbul’a adımımı attığım her gün, sanki şehri ilk kez görüyormuşum gibi heyecanlanırım.
Tarih, doğa, maneviyat ve tutku… Hepsi bu şehirde, bir arada.
İstanbul sadece bir şehir değil; bir ruh hali, bir yolculuk, bir sırdaş gibidir.

İstanbul’u anlatmaya Galata Kulesi ile başlıyorum.
14. yüzyılda Cenevizliler tarafından inşa edilen bu taş kule, Haliç’e bakan yamaçta tüm ihtişamıyla yükseliyor.
Rivayet o ki, Hezarfen Ahmed Çelebi buradan kanatlarını takıp Üsküdar’a uçmuş.
Her baktığımda içimde bir özgürlük hissi uyanır.

Sonra gözüm karşıdaki, İstanbul’un zarif simgelerinden biri olan Kız Kulesine takılıyor.
Boğaz’ın ortasında yalnız ama mağrur duruşu, adeta zamanın ortasında asılı kalmış bir sevda gibi…
Antik dönemlerden bugüne ulaşan efsaneleriyle hâlâ kalplere dokunuyor.

Köprüler bu şehrin nabzı gibi.
Hepsi İstanbul’u bir arada tutan kalp damarları.
Ama içlerinden biri var ki, beni her seferinde büyüler: Fatih Sultan Mehmet Köprüsü.

Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün hemen ayağında, Lacivert Restaurant’ta otururken,
karşı kıyıdaki Rumelihisarı’na bakarken kalbim ilk günkü gibi heyecanlanıyor.
O ihtişamlı yapının siluetine martı sesleri eşlik ediyor,
Boğaz’ın serin rüzgarı yüzümü okşarken zaman duruyor sanki.
İşte burası, benim İstanbul’daki en sevdiğim yer.

Yolum, İstanbul’un manevî direklerine uzanıyor.
Hz. Yuşa Tepesi, tüm şehri yukarıdan izleyen bir manevi sığınak gibi.
Akbaba Türbesi; benim son yıllarda keşfettiğim huzurun adreslerinden biridir.
Yeni yıla orda girdim. Kadir Gecesinde ellerimi açıp tüm dualarımı ederken kendimi yine o manevi yerde buldum.
Yahya Efendi Dergâhı, sessizliğin içindeki huzuru fısıldıyor kulağıma.
Telli Baba’da dilekler sessizce dualara karışıyor.
Ve elbette, Boğaz’ın kalbinde bir bilgelik anıtı gibi duran Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri…
İstanbul’un maneviyatı işte bu isimlerde gizli; yaşanmışlıklarla dolu, sessiz ama çok derin bir çağrı…

Camiler İstanbul’un göğe açılan elleri gibi.
Sultanahmet, Süleymaniye, Eyüp Sultan ve Fatih Camii…
Her biri birer tarih kitabı.
Gördüğünüzde sadece taş ve mimari değil, bir medeniyetin duasını hissedersiniz.

Günün sonunda Çengelköy’deyim.
Balık restoranlarında denize nazır bir masaya kurulmuşum.
Teknede gibiyim; su neredeyse ayaklarımın altında.
Karşımda, Galatasaray Adası…
Sarı-kırmızı renklere gönül vermiş biri için tarifsiz bir duygu.
Sanki adaya her baktığımda, o efsane kadrolar, unutulmaz goller gözümün önünden geçiyor.
Ve şimdi, beşinci yıldızın gururunu hissetmek…
Bu da bir başka İstanbul hikayesi.

İstanbul’da bir gün bile geçirmiş olmak, bir ömre bedeldir.
Çünkü bu şehirde her adım bir hatıra,
Her köşe bir dua,
Her manzara bir hikayeyi anlatır.

İstanbul; benim şehirler arasındaki ilk ve son aşkım olacak.