Roma’ya geldiğinizde fark ediyorsunuz ki bu şehir sadece bir yer değil, bir çağrışımlar bütünü. Her köşe başında tarihin bir başka katmanını soluyorsunuz. Sanki adımlarınız taşlara değil, yüzyılların hafızasına değiyor. Roma’ya adım attığınızda aslında geçmişle el sıkışıyorsunuz. Benim için Roma, yalnızca bir şehir değil, aynı zamanda bir zaman makinesi. Şehir merkezine ilk vardığımda Pantheon’un gölgesi altında durdum. M.S. 126 yılında inşa edilmiş bu görkemli tapınağın içindeki o devasa kubbe, gökyüzüne açılan bir göz gibi. İçerideki sessizlikte sadece mermerin soğukluğu değil, tanrıların fısıltıları da hissediliyor sanki. Pantheon’dan çıkıp dar sokaklardan yürüyerek Piazza Navona’ya vardım. Burada zaman biraz yavaşlıyor. Bernini’nin meşhur Dört Nehir Çeşmesi tam karşımda, etrafında ressamlar, müzisyenler ve hayatın sesleri.

Bir kafede oturup espresso içerken, yalnızca kahvenin değil, çevredeki hayatın da tadını alıyorsunuz. Tazza d’Oro gibi ikonik kafelerden birinde içilen sade bir espresso bile burada daha başka, daha derin…

Elbette Roma demek Kolezyum demek. Onu ilk gördüğümde çocukluğumda kitaplarda gördüğüm çizimlerle gerçek görüntüsünün nasıl da birebir olduğunu düşündüm. M.Ö. 80 yılında açılmış bu amfi tiyatro, savaşların, zaferlerin ve insanların dramlarının yankılandığı taş bir kalp gibi. İçeride yürürken, arenanın ortasında gözlerinizi kaparsanız, gladyatörlerin çelik zırhlarının sesini, halkın tezahüratını neredeyse duyabilirsiniz.
Kolezyum’un hemen yanında Roma Forumu (Forum Romanum) uzanıyor. Burası sadece taşlardan ibaret değil; Roma İmparatorluğu’nun kalbi burada atmış. Bir zamanlar Sezar’ın yürüdüğü yollardan geçmek, tarihi soyut bir bilgi olmaktan çıkarıyor, onu bir deneyime dönüştürüyor.


Sonra rotamı, Aşk Çeşmesi’ne çevirdim: Trevi Çeşmesi. Kalabalığın arasında bir anlık boşluk bulup sırtımı dönerek dileğimi diledim ve parayı suya attım. Rivayet der ki, bir gün Roma’ya dönmek isteyenler buraya bir bozuk para atar. Benim attığım o para, sadece bir dilek değil, bir bağlılıktı bu şehre. Vatikan’a geçmeden önce bir mola verdim. Trastevere semti, Roma’nın en otantik yüzlerinden biri. Arnavut kaldırımlı sokakları, renkli evleri ve küçük trattoria’larıyla burası sanki bir film sahnesi. Osteria da Enzo’da yediğim taze makarna ve ev şarabı, Roma’da olduğumu tüm hücrelerime hissettirdi. Trastevere, Roma’nın kalbi değilse bile kesinlikle ruhu. Vatikan’a girdiğimde ise bambaşka bir dünyaya geçtim. Aziz Petrus Bazilikası’nın
ihtişamı, Michelangelo’nun Pietà heykeli, Sistina Şapeli’nin tavanındaki “Yaratılış” freski… Bunlar sadece sanat değil; insan ruhunun sınırlarını zorlayan ifadelerdir.


Roma’da gün batımı bir başka güzeldir. Pincian Tepesi’nden izlediğim gün batımında, şehrin kubbeleri, kuleleri, kalıntıları altın ışıkla yıkanırken içimden sadece şu geçti: Roma’da her gün bir ömür gibidir. Roma, sadece gezilecek bir yer değil, yaşanacak bir hissin adıdır. Onu anlamak için
görmeniz değil, yavaşlamanız gerekir. Çünkü Roma’da her şey vardır; tarih, sanat, aşk, kaybolma ve yeniden bulunma. Ve bu şehir, her gelenin içine bir parça bırakır.